TEVBE
Tevbe, lügatte ‘geri dönme’ manasına gelir. Diğer bir manası ise günahlardan pişman olmak ve bir daha günahlara dönmeme azmi olarak belirtilmiştir.
Tevbe, Allah-u Zülcelâl’in kullarına açmış olduğu çok büyük bir merhamet kapısıdır. İnsanın pişmanlık duyarak samimi bir şekilde yaptığı bir tevbe kendisi için kurtuluştur.
Allah-u Zülcelâl’e dönüş yapmak için tevbe etmek, Allah’a giden yolun başlangıcı, Allah-u Zülcelâl’e ulaşmak isteyenlerin sermayesidir. Bu yola ilk başvuran babamız Âdem aleyhisselâmdır. Âdem aleyhisselam bir hata işledi ve arkasından tevbe etti. İnsanoğlunun önünde iki tane yol vardır. Ya günah işledikten sonra tevbe edip Âdem aleyhisselâma benzeyecek ya da günahta ısrar ederek şeytana benzeyecektir.
Günahın azabından kurtulmanın yolu tevbedir. Tevbenin dinde çok büyük bir önemi vardır. Tevbenin farz oluşu ayet ve hadislerle apaçık ortadadır. İman nurunu taşıyan, karanlıktan kurtulup hakikate koşan her insan için bu hüküm açıkça ortadadır.
Tevbe ile ilgi bazı ayet-i kerimeler şöyledir: “…Ey müminli Hep birden Allah’a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 31) “Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün.” (Tahrim; 8)
Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem de bazı hadis-i şeriflerde şöyle buyurmuştur: “Kulunun tevbesi ile Allah’ın hoşnut olması (ve ferahlanması); bir kişinin yiyecek ve içeceği devesi üzerinde olduğu halde, ıssız bir çölde giderken onu elinden kaçırması ve bulmaktan umudunu kesip üzüntülü bir şekilde bir ağacın altına gelerek yan üstü yatarken; işte tam bu esnada devesini yanı başında görmesi üzerine, hayvanın yularından yapışarak ve aşın sevincinden şaşırarak duyduğu sevinçten daha fazladır.” (Buharı,
“Ey insanlar! Allah’a tevbe edin ve O’ndan bağışlanma dileyin. Doğrusu ben, günde yüz defa tevbe ediyorum.” (Müslim) i
İnsan tevbe etmekle, Allah-u Zülcelâl’i hoşnut ettiği gibi, en büyük düşmanı olan şeytanında belini kırmaktadır. Rivayet edildiğine göre, şeytan demiştir ki: “Ben günah yaptırmak suretiyle Ademoğlunu helak ettim, onlar da bu günahlardan tevbe etmekle beni helak etti/’
Buradan da anlaşıldığı gibi, kişi tevbe ederek şeytanın yanın, dan ayrılıp, Rabbine dönerek, hem düşmanını kahretmiş; olur hem de Allah-u Zülcelâl’i hoşnut etmiş olur.
İşte, tevbe insan için böyle kıymetli ve kurtarıcı bir ameldir, Bu kıymetli olan ameli terk edip: “Ben ne yaptım ki, tevbe edeyim!” demek, çok yanlıştır. Bizim peygamberimiz sallallâhu aleyhi vesellem, günahtan masum olduğu halde günde yüz sefer (bir rivayete göre de yetmiş sefer) tevbe ediyordu da, (hâşâ) biz ondan daha mı iyi bir haldeyiz? Onun için kendimizi bu kıymetli amelden mahrum etmememiz ve şeytanı kahredip, Allah-u Zülcelâl’i hoşnut etmemiz lazımdır.
Tevbe hususunda söylenen sözler sayılamayacak kadar çoktur, Tevbenin vacip oluşunda ümmetin ittifakı vardır. Tevbenin diğer bir anlamı da günahları hemen terk etmek, gelecekte yapmamaya azimli olmak ve daha önceki durumda meydana gelen eksikliği gidermeye çalışmaktır. Geçmişte yapılan günahtan pişmanlık duymak ve üzülmek farzdır. Bu, tevbenin ruhunu oluşturur.
Tevbede Acele Etmek
Denildiği gibi, bir günahın ve kusurun ardından hemen tevbe etmek vaciptir. Bunda şüphe yoktur. Bütün bunlara bakarak tevbede acele etmek lazımdır. Nitekim Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Kim tevbe etmezse, onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Hucurat; ıi)
İnsan ne zaman öleceğini bilmediği ve kendisini de günahlardan muhafaza edemediği için daima tevbenin üzerinde bulunmaya gayret etmeli, her ne amel yaparsa yapsın dilinden tevbeyi düşürmemelidir.
Bir kimse, günahların kendisine zarar vermesini istemiyorsa, daima: “Ya Rabbi! Kullarını tekrar dirilttiğin kıyamet gününde senin azabından yine sana sığınırım. Günahlara karşılık hemen vereceğin cezalardan, bela ve musibetlerden de yine sana sığınırım. Sen muhakkak ki, dilediğine karşı hesabını acele olarak gören, aynı zamanda bağışlayıcı ve merhameti sonsuz olansm. Ya Rabbi! Ben kendi nefsime çok zulmettim. Beni bağışla. Senden başka günahları bağışlayacak kimse yoktur. Sen zulümden uzaksın.” diye dua ve istiğfarın üzerinde devam etmelidir.
Allah-u Zülcelâl bir ayet-i kerimede şöyle buyurmuştur: “Onlar, bir kötülük yaptıkları zaman ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah’ı hatırlarlar. Ve hemen günahlarının bağışlanmasını isterler. Yaptıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler.” (Al-iimran; 135)
Onun için insan tevbe etmekte acele etmelidir. Çünkü ölüm insana çok yakındır. Zaten insanın günaha düşmesinin asıl sebebi ölümden gafil kalmasıdır. Ölüme karşı uyanık olan kimse, günahlarından tevbe eder ve ibadete sarılır.
Bu yüzden Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi vesellem bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: “Ölüm gelmeden önce, tevbede acele edin.” (Buhari)
Tevbenin, bizim dinimizde çok önemli bir yeri vardır. İnsanın acele olarak tevbe kapısına yönelmesi lazımdır. Şunu hiç unutmamamız lazımdır ki tevbe etmediğimiz takdirde, günahların kirinden temizlenmemiz ve kendimizi düzlüğe çıkarmamız mümkün değildir. Onun için mü’min olan kişi; kendisini ancak tevbenin kurtaracağını bilmeli, tevbe ettiği zaman sevinç ve ferahlık duymalıdır.
Allah-u Zülcelâl’in her an üzerine muttali olduğunu unutmamalı ve günahlardan uzak durmalıdır.
Lokman-ı Hekim oğluna şöyle demiştir: “Ey Oğul! Tevbeyi sonraya bırakma, ölüm hiç ummadığın bir anda gelir. İlerde başka bir zaman tevbe ederim diyen kimse iki tehlike arasında kalmış olur: a) Günah işleye işleye kalbi kararır ve bu alışkanlık haline gelir ve bir daha temizlenmeyecek bir durum alır, b) Aniden hastalığın ve ölümün gelmesidir. Öyle olur ki, kalbini temizlemeye ne fırsat, ne de vakit bulabilir?” Bu sebeple şöyle denilmiştir: “Cehennem ehlinin azabının çoğu, tevbeyi sonraya bırakmalarmdandır.”
Allah-u Zülcelâl’in: “Birinize ölüm gelip de: “Rabbim, beni yakın bir süreye kadar erteleseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım!” demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan (Allah) için harcayın.” (Münafikun; io) ayetinde geçen yakın süre hakkında şöyle denmiştir: “Kul, gözünden perde kalkıp ahiret ahvalini görünce; ölüm meleğine: “Ölümü bir gün olsun tehir et de, o günde Rabbı- me kulluk edeyim, günahıma yanayım ve salih amel işleyeyim/ der.
Ölüm meleği kendisine: “Bütün günlerini tükettin, artık sana mühlet yok!” der. Kul: “Bir saat olsun mühlet ver!” der. Ölüm meleği de: “Bütün saatlerini harcadın. Artık sana bir saat olsun mühlet yok!” der. Ruh boğaza ulaşır, gırtlağa gelince tevbe kapısı da kapanır. Kulun dünya ile irtibatı kesilir ve ameller son bulur. Ahiret perdesinin açılmasıyla o tarafı müşahede eder. Bundan sonra kul, gerçekleri ve başına gelecekleri net bir şekilde görür. ,
Artık son nefesine sıra gelince nefesi zorla çıkar. Kul, saadet ehlinden ise önceden kendisine takdir edilen saadet hükmü, üzerinde tecelli eder ve ruhu tevhid üzere çıkar. îşte bu, güzel sondur. Yahut kula ezeldeki şekavet hükmü tecelli eder ve ruhu, şek ve şüphe içinde çıkar.
Bu kimsenin hali ayet-i kerimede şöyle anlatılmıştır: /Yoksa günah işleyip de kendisine ölüm gelince: ‘İşte ben şimdi tevbe ettim.’ diyen kimselerin tevbesi kabul edilmez.” (Nisa; j8) İşte bu durum kötü akıbettir. Bundan Allah-u Zülcelâl’e sığınırız,
Allah-u Zülcelâl tevbesi kabul edilenin halini de şöyle anlatmıştır: “Ancak Allah’ın kabul etmesini vaat buyurduğu tevbe, o kimseler içindir ki, bilmeyerek günah işleyip hemen tevbe edenlerin tevbesidir.” (Nisa;i7)
Bunun ölüm gelmeden ve kıyamet alametlerinin bazıları zuhur etmeden, can boğaza dayanmadan önce yapılan tevbe olduğu söylenmiştir. Çünkü Allah-u Zülcelâl, kıyamet alametleri zuhur ettikten sonra tevbenin kabul edilmeyeceğini bildirmiş ve hükmünü şöyle vermiştir: “Rabbinin bazı ayetleri geldiği gün, daha önce inanmamış ya da imanıyla bir hayır kazanmamış kimseye artık o andaki imam bir fayda sağlamaz.” (En’am; 158)
Bu ayet-i kerimede geçen hayrın tevbe olduğu söylenmiştir. Çünkü tevbe imanın kazancı ve hayırların temelidir. Bahsi geçen hayrın salih ameller olduğu da söylenmiştir. Çünkü salih ameller imanın artmasını temin eder ve yakîn alametidir.
Ariflerden birisi şöyle anlatmıştır: “Allah-u Zülcelâl’in kuluna ilham yoluyla söylediği iki tane sırrı vardır. Bunlardan birisi: Kul annesinin karnından çıkıp doğunca, Allah-u Zülcelâl kendisine: “Ey kulum! Seni temiz ve günahlardan uzak bir şekilde dünyaya çıkarttım. Sana ömrünü emanet ettim. Ve seni onu emniyetle koruman için görevlendirdim. Artık bu emaneti nasıl koruyacağına ve huzuruma ne şekilde geleceğine bak!”
Diğeri de ruhu çıkarken olur. O zaman Allah-u Zülcelâl kula: “Ey Kulum! Sana verdiğim emanetimi nasıl kullandın? Bana kavuşuncaya kadar seninle yaptığım ahde riayet ederek onu korudun mu ki ben de senin bu vefana karşılık olarak ecrini vereyim. Yoksa onu zayi mi ettin? Zayi etti isen sana hesabını sorar cezam veririm.”
Kulun bu emanete sahip çıkışı ve Allah-u Zülcelâl’in kulundan onu muhafaza etmesini istemesi şu ayetlerle ifade edilmiştir: “Onlar emanet ve ahitlerini korur gözetirler.” (Mü’minun; 8) “Bana verdiğiniz sözü yerine getirin, ben de size vaat ettiklerimi vere- yim ” (Bakara; 90)
Kulun ömrü, yanında bir emanettir. Eğer onu hak yolda geçirerek korursa, emanetlerini yerine getirmiş sahibine güzelce iade etmiş olur. Eğer onu küfür ve isyanla zayi ederse, Allah-u Zülcelâl’e hıyanette bulunmuş olur. Hiç şüphesiz Allah-u Zülcelâl hainleri sevmez.
îbn Abbas radıyallâhu anhu şöyle demiştir: “Kim Allah-u Zülcelâl’in farzlarından birisini (terk ve ihmal ile) zayi ederse, Allah’ın emanetinden çıkmış olur. Kul, nasuh bir tevbe edince, kötülükleri temizlenir ve cennete girmeye hak kazanır.”